05 Mar 2025

Bazı düşünceler bilince çıkmak için sabırsızdır. Ön bilincin eşiğinde beklerler. Bir anlık bir çağrışımla yüzeye çıkabilir, bir şarkının sözlerinde kendini ele verebilir, bir koku ile geçmişi bugüne taşıyabilirler. Ama her düşünce böyle değildir. Bilinçdışındaki düşünceler yok olmazlar; rüyalarda, dil sürçmelerinde, tekrarlayan davranışlarda, semptom olarak ortaya çıkan acı, ağrı, sızı, gerilim ve yakınmalarda kendilerini hissettirirler.

“Ön bilinç, bilinç ile bilinçdışı arasında bir geçiş bölgesidir.” — Freud (1915)

Freud, ön bilinç ile bilinçdışı arasındaki farkı, bilince çıkabilme potansiyeli ile açıklar. Ön bilinçteki düşünceler, bilincin kabul edebileceği bir forma bürünebilirler. Oysa bilinçdışındaki düşünceler, doğrudan bilince ulaşamaz; ya farklılaşarak gelirler ya da semptom olarak dile gelirler. Bunlar için Bilinçdışı (1912) makalesinde “etkin ve gizli” tanımlamasını kullanır. Bazen bir kelimenin sadece ucuna kadar gelebiliriz. Bu noktada bir sınırdan başka bir sınıra geçişi hissedeceğimiz bir aralık açılır. Mesela bazen bir anıyı yalnızca onu hatırlamak istemek ile hatırlayabiliriz. Ön bilinç bir geçit olarak oradadır; ama bazen geçiş kapısı kilitlidir. Peki, anahtarlar için nereye bakmak gerekir? Buradaki anahtar kelimesini düşününce bir birleşme sahnesi canlanıyor. Psikanalitik kuram tam da bu ikili birliği mercek altına alıyor. Odadaki iki kişi. Bir bilinçdışının anlaşılması için iki kişi. 

“Birlikte hissedilen bir şey, yalnız hissedilen bir şeyden farklıdır. Bir duygu başkasında yankı bulduğunda, onun içinde kaybolma korkusu azalır.” M. Eigen, The Emotional Experience of the Therapist (2004)
Bilinçdışı içeriklerin tedavi edilebilmesi için tamamen bilince çıkması gerekmiyor. Çünkü bazen bilince çıkarmak, bastırmanın işlevini bozarak travmatize edici  de olabilir. Bazen asıl iyileşme, bilinçdışı süreçlerin analiz edilmesi ve yaşantılanmasıyla olur—yani kişinin o duyguları deneyimlemesi, anlamlandırması ve yeni bir şekilde işlemesiyle. Elbette sonraki kuramcıların belki günümüzde de çok daha sık vurgulandığı üzere öznelliklerarası bir sürece ihtiyaç duyarak. Mesela Freud, nevrozun iyileşmesini “anımsama, tekrar ve yeniden işleme” süreciyle anlatır. Ama bazı durumlarda  entelektüel, yalın bir içgörüden çok, terapötik ilişkinin kendisi daha derin bir içgörüye zemin olarak iyileştirici olur.

Burada Winnicott’un “tutma (holding) kavramı, Bion’un “düşlemleme” (reverie) kavramı ya da Eigen’ın vurguladığı “duygusal emilim” gibi süreçler devreye girer. Bion’un düşlemleme (reverie) kavramı, annenin bebeğin ham duygularını içine alıp onları anlamlandırması gibidir; terapist de hastanın bilinçdışından gelen yoğun duygularını sezgisel olarak, eş zamanlılık ile hisseder, işler (bir yer verir) ve dönüştürerek ona geri yansıtır. Eigen’ın duygusal emilim (emotional absorption) dediği şey, bu sürecin derinliğini vurgular—bazı duygular sadece anlaşılmaz, anlamdan da öte deneyim sayesinde içsel olarak hissedilip özümsenir. Winnicott’un tutma (holding) kavramı ise tüm bunları mümkün kılan güvenli çerçeveyi anlatır; terapötik ilişki, tıpkı annenin bebeğini fiziksel olarak tutması gibi, duygusal olarak bir başkasının zihninde taşınmayı ve tutulmayı içerir. Böylece bilinçdışı içerikler yalnızca bilince çıkmak için değil, bir ilişkide deneyimlenerek dönüşmek için yer bulur.

Psikanalitik çalışma yalnızca unutulanı hatırlamak değil, bilinçdışının etkisini anlamak, onu tanımak,onun nasıl çalıştığını fark etmek ve bazı şeyleri bilince çıkarmadan da dönüştürebilmektir. Bazen bilinçdışındaki içeriklerin doğrudan bilince ulaşmasına gerek kalmadan, farklı bir düzeyde işlenmesi ve duygusal olarak dönüştürülmesi yeterli olur. Ve belki bu sessiz, gizli ve etkin güç barındırdığı yıkıcılığı dönüştürerek kendini yaşamın hizmetine sunmanın bir yolunu bulur.

Aslı Gökçe Türkmen

Bir yanıt yazın