
Genel
“Kimselere söyleyemediğim şeyleri yıldızlara söylüyorum.” Behçet Necatigil, Sevgilerde

Bazı düşünceler bilince çıkmak için sabırsızdır. Ön bilincin eşiğinde beklerler. Bir anlık bir çağrışımla yüzeye çıkabilir, bir şarkının sözlerinde kendini ele verebilir, bir koku ile geçmişi bugüne taşıyabilirler. Ama her düşünce böyle değildir. Bilinçdışındaki düşünceler yok olmazlar; rüyalarda, dil sürçmelerinde, tekrarlayan davranışlarda, semptom olarak ortaya çıkan acı, ağrı, sızı, gerilim ve yakınmalarda kendilerini hissettirirler.
“Ön bilinç, bilinç ile bilinçdışı arasında bir geçiş bölgesidir.” — Freud (1915)
Freud, ön bilinç ile bilinçdışı arasındaki farkı, bilince çıkabilme potansiyeli ile açıklar. Ön bilinçteki düşünceler, bilincin kabul edebileceği bir forma bürünebilirler. Oysa bilinçdışındaki düşünceler, doğrudan bilince ulaşamaz; ya farklılaşarak gelirler ya da semptom olarak dile gelirler. Bunlar için Bilinçdışı (1912) makalesinde “etkin ve gizli” tanımlamasını kullanır. Bazen bir kelimenin sadece ucuna kadar gelebiliriz. Bu noktada bir sınırdan başka bir sınıra geçişi hissedeceğimiz bir aralık açılır. Mesela bazen bir anıyı yalnızca onu hatırlamak istemek ile hatırlayabiliriz. Ön bilinç bir geçit olarak oradadır; ama bazen geçiş kapısı kilitlidir. Peki, anahtarlar için nereye bakmak gerekir? Buradaki anahtar kelimesini düşününce bir birleşme sahnesi canlanıyor. Psikanalitik kuram tam da bu ikili birliği mercek altına alıyor. Odadaki iki kişi. Bir bilinçdışının anlaşılması için iki kişi.
“Birlikte hissedilen bir şey, yalnız hissedilen bir şeyden farklıdır. Bir duygu başkasında yankı bulduğunda, onun içinde kaybolma korkusu azalır.” M. Eigen, The Emotional Experience of the Therapist (2004)
Bilinçdışı içeriklerin tedavi edilebilmesi için tamamen bilince çıkması gerekmiyor. Çünkü bazen bilince çıkarmak, bastırmanın işlevini bozarak travmatize edici de olabilir. Bazen asıl iyileşme, bilinçdışı süreçlerin analiz edilmesi ve yaşantılanmasıyla olur—yani kişinin o duyguları deneyimlemesi, anlamlandırması ve yeni bir şekilde işlemesiyle. Elbette sonraki kuramcıların belki günümüzde de çok daha sık vurgulandığı üzere öznelliklerarası bir sürece ihtiyaç duyarak. Mesela Freud, nevrozun iyileşmesini “anımsama, tekrar ve yeniden işleme” süreciyle anlatır. Ama bazı durumlarda entelektüel, yalın bir içgörüden çok, terapötik ilişkinin kendisi daha derin bir içgörüye zemin olarak iyileştirici olur.
Burada Winnicott’un “tutma (holding) kavramı, Bion’un “düşlemleme” (reverie) kavramı ya da Eigen’ın vurguladığı “duygusal emilim” gibi süreçler devreye girer. Bion’un düşlemleme (reverie) kavramı, annenin bebeğin ham duygularını içine alıp onları anlamlandırması gibidir; terapist de hastanın bilinçdışından gelen yoğun duygularını sezgisel olarak, eş zamanlılık ile hisseder, işler (bir yer verir) ve dönüştürerek ona geri yansıtır. Eigen’ın duygusal emilim (emotional absorption) dediği şey, bu sürecin derinliğini vurgular—bazı duygular sadece anlaşılmaz, anlamdan da öte deneyim sayesinde içsel olarak hissedilip özümsenir. Winnicott’un tutma (holding) kavramı ise tüm bunları mümkün kılan güvenli çerçeveyi anlatır; terapötik ilişki, tıpkı annenin bebeğini fiziksel olarak tutması gibi, duygusal olarak bir başkasının zihninde taşınmayı ve tutulmayı içerir. Böylece bilinçdışı içerikler yalnızca bilince çıkmak için değil, bir ilişkide deneyimlenerek dönüşmek için yer bulur.
Psikanalitik çalışma yalnızca unutulanı hatırlamak değil, bilinçdışının etkisini anlamak, onu tanımak,onun nasıl çalıştığını fark etmek ve bazı şeyleri bilince çıkarmadan da dönüştürebilmektir. Bazen bilinçdışındaki içeriklerin doğrudan bilince ulaşmasına gerek kalmadan, farklı bir düzeyde işlenmesi ve duygusal olarak dönüştürülmesi yeterli olur. Ve belki bu sessiz, gizli ve etkin güç barındırdığı yıkıcılığı dönüştürerek kendini yaşamın hizmetine sunmanın bir yolunu bulur.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Tatlı Acı Bir Serâba Düşmek: Karga ile Tilki
Tatlı sözlerle Karga’nın ağzından peyniri kapan Tilki’nin hikayesini anımsadınız mı? Geçenlerde aklıma düştü bir resmini yaptım, o zamandan beri geziniyor benimle. Fabl La Fontaine’den Orhan Veli’nin çevirisinde şöyle geçiyor:
Karga İle Tilki
“Bir dala konmuştu karga cenapları;
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı;
Ona nağme yapmaya başladı:
” Ooooo! Karga cenapları,mehabâ!
Ne kadar güzelsiniz;ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa,Tüyleriniz gibiyse sesiniz
Sultânı sayılırsınınz bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti Bay Karga’nın;
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzından düşürdü nevâlesini.
Tilki kapıp ona dedi ki:”Efendiciğim,
Size küçük bir ders vereceğim;
Alıklar olmasa iş kalmaz açıkgözlere;
Böyle bir ders de değer sanırım bir peynire.”
Karga şaşkın,mahcup,biraz da geç ammâ
Yemîn etti gayri faka basmayacağına. “
Karga’ya ağzındaki peyniri, aç karnını, hilekâr Tilki’yi unutturan şey, övüldüğünde hem de en zayıf noktası olan tüm ormanda kötü olarak etiketlenmiş sesiyle övüldüğünde, yaşadığı anlık tatlı bir serap.
Karga Tilki’nin övgüleriyle aslında kendisinin bi yanının gizlice inandığı bir serabı aktive eder; tüm ormanın yanıldığı ve aslında bülbül gibi şakıdığı inancı. “Aslında sesim de güzelmiş, hatta, ve hatta ormanların şahı gibiymiş!” Der, ona tutunur. Böyle çok tatlı gözüken bir seraba dalmanın bedelini peyniri düşürerek öder.
İnsan olarak kusurlarımız, çirkinliklerimiz, hatalarımız olur. Bu yanlarımızı görmemeye veya hep iyi yanından görmeye çalışarak o serabı sabit tutmaya çalışırız. Kendimizde “kötü”yü taşıyabilmek, barındırabilmek bir ruhsal kapasite. Kusurlarımızın, hatalarımızın, istemeden birbirimizi incitme potansiyelimizin olduğunu ve bunun dengeli bir ruhsallık için hayâti olduğunu kavrayamadığımızda hep iyide olmaya çalışmak çok yıkıcı bir hâl alır. Düşünelim, öyleyse değil mi sanki tek bir durağan konum içine sıkıştırmak zorundayız kendimizi.
Modern psikoloji de bunu pohpohlar. Hep iyi hissetmek, iyide kalmak, kendimizde kötü hiçbir şeyi barındırmamak, kötünün hep dışarıda olması…. Atladığımız kısım bu durumun bizi daha da açmaza sokması oluyor. Karga’nın kendini içinde bulduğu gibi bir seraba giriyoruz. Olmadığımız biri gibi olmanın, görünmenin veya olmak zorunda olduğumuz biri gibi olmanın serâbı.
Kendimizdeki kötü olanı görebildiğimizde kendimize bir çeşit tanışıklık sağlamış ve daha insan gibi hissedebilmenin kapısını da aralamış oluruz. Aksi takdirde bize o serabı sağlayacak kaynakları ararken aç, susuz ve dostsuz kalma riski var. Çok sık duyuyoruz bir yandan, hemen silip atmaya çok hazır bir dünyanın içindeyiz. İlişkileri, kıyafetleri, becerileri…
Ha eğer hep iyide kalma yoluna illaki gönül vermişseniz aman dikkat, bir adım sonrası Tilki’nin ağzına açılıyor gibi görünüyor.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Yola bir çocuk olarak çıktık
Kendimizle ilişkimizi en çok etkileyen unsurlardan biri de geçmişimizi, kararlarımızı, seçimlerimizi, tepkilerimizi nasıl değerlendirdiğimiz oluyor. Şöyle bir düşünelim, ilk gençlik yıllarında meşhurdur bir sene önceki yılı felaket görmek. ‘Bunu niye yapmışım, ne kötü giyiniyormuşum, bu kararı vermeseydim hayatım çok daha iyi olurdu, neden böyle bir tepki verdim ne aptalmışım, şimdi olsa asla böyle yapmam…’ Geçmişe dair bu değerlendirmelerimiz çoğunlukla bu anın gözlüklerinden yaptığımız ve olması gerekenlerin altında ezilen üstten ve ezici yorumlamalarımızdır.
Peki bir uzun sıçramayla da geçmişe dair yorumlamalarımızdan en çok nemalan çocukluğumuzu düşünelim. Geçen hafta katıldığım bir derste hoca “çocuk olmanın ne demek olduğunu çoğu insan bilmiyor, bilmiyoruz” dedi. Ve sınıfta uzun bir sessizlik oldu. Sahi bir çocuk neyi bilebilir, neyi düşünebilir, neyi hissedebilir, neyi koruyabilir, neyi taşıyabilir¿ Örneğin bir çocuk olumsuz ve zorlu bir duyguyu aslında taşıyabilir. Taşıyamayacağı şey bu duyguyu yaşarken anlamsız kalması, neyi yaşadığını bilmemesidir. Bir ölüm haberini mesela bir çocuktan gizlerken ‘acaba bunu kaldırabilecek mi? ’ diye endişelendiğimizden yaparız. Oysaki bir çocuğu yaşanan bir gerçeği bilmekten, yaşanan duyguyu paylaşmaktan mahrum bıraktığımızda onu kocaman bilinmez, anlamsız bir sis bulutunun içinde bırakıyoruz ve durum onun taşıyamayacağı bir hal alıyor. Neyi yapabilir bir çocuk? Bir yetişkinin duygularını yatıştırmak, kardeşlerine bakım vermek, bakım vereninin ne hissettiğini anlamaya çalışmak, evin geçimini sağlamak, sağlık sorunlarıyla kendi başına ilgilenmek gibi şeyleri yapamaz mesela. Yaşı ne olursa olsun hele bir yetişkini hayatta tutma, onu keyiflendirme gibi bir başkasının ruhsallığını sırtlanmanın yükünü de taşıyamaz. Ne zaman ne tepki geleceği belli olmayan, her an adil olmayan bir öfke patlamasına karşı kendini korumak zorunda kalma durumunu, hiç hata yapmama baskısını taşıyamaz. Düşününce birçok yetişkin geçmişinde bir çocuğun yapamayacağı, zaten yüklenmemesi gereken yüklerin ağırlığının yorgunluğunu taşırken buluyor kendini. Yetersizlik ve eksiklik hisleri karında ağrı, kafada ateş haline geliyor. Oysa değil mi, tekrar kendimizi bir çocuk özne olarak düşünelim, neyi taşıyabilir bir çocuk?Uzak bir merceğe alalım kendimizi, bir çocuğun fiziksel ve zihinsel kapasitesinin hakkını verdiğimizde kendi geçmişimizi de bir çocuğun gözlerinden ve duygularından değerlendirmeye başlayabilirsek elimizi daha sıkı tutabilir, sırtımızı daha sık sıvazlayabiliriz. Neye hakkımız olduğunu bilmeden sahip olamadıklarımızın yasını tutmak, kendimize ve hayatımıza daha adilce yaklaşmak zorlaşır. Çoğu zaman yaşayacağımız zorlu duygulardan uzaklaşmak adına bir çocuğun gözlerinden kendimize bakmanın üzerini kapatırız. Gerçekten kolay değil. Yetişkin yaşamımız için de geçerli bu. Her dönemimizin, yaşımızın, şartlarımızın belirleyiciliği olur yaşamımızda. O zaman o şartlarda yapabileceklerimiz, bilebileceklerimiz, hissettiklerimiz demek ki onlardı. Yaptıklarımız, seçimlerimiz, karşımıza çıkanlar bizim için olumsuz bir sonuçta da olsalar, bizi çok zorlayan bir halde de bıraksalar o zamanın şartlarında, gerçekliğinde öyle var olduk, öyle kararlar verdik.
Bir çocuk olarak dünyaya geldik, bir çocuk olmanın geçmişini tüm kalıntılarıyla kendimizde taşıyoruz. Dünyaya oradan başladık, herkes gibi. Peki bu neden kötü bir şey olsun? Değil mi, bir şeylere hep yeniden başlıyoruz, bilmeden adım atıyoruz, acemiyiz. Bir yanımızla hep bilmiyoruz. Ve tekrar bir soruyla tamamlayalım, peki bu niçin kendimize ait sıfırdan bir hikâyeye başlamanın heyecanını da taşımasın?
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Karne
Sözlük anlamına baktığımızda ; öğrencilere dönem sonlarında okul yönetimleri tarafından verilen ve her dersin başarı durumu ile devam, sağlık, yetenek ve genel gidiş durumlarını gösteren belge. Bu şekilde okuduğumuzda her şey aslında açık ve net görünüyor. Peki gerçekten sadece bir belgeyi mi ifade ediyor bizim için ?
Bu konu hakkında kendimden yola çıkarak konuşmak istiyorum . Karne benim için ne ifade ediyor bunun üzerine düşünmeye başladım ve farkettim ki ‘karne’ deyince benim aklıma gelen ilk şey ‘5’ rakamı oluyor. Uğurlu sayım…
Karnede o Pekiyi’yi simgeleyen ‘5’ rakamının hayatımdaki anlamı…
8 yaşında, daha 2. sınıf öğrencisi iken sınıf arkadaşım bana uğurlu sayımın kaç olduğunu sormuştu ama benim bir uğurlu sayım yoktu. Ve o gün tüm gün boyunca kendime uğurlu sayı aradığımı hatırlıyorum.
Sonra seksek oynarken uğurlu sayımın 100 olabileceğini düşündüm çünkü sınavlardan almayı en sevdiğim not buydu. Ama bu da uğurlu sayı olmak için biraz fazla büyüktü.
Daha sonra karne notlarım aklıma geldi . Duymayı en sevdiğim ve gururla söylediğim o cümleyi anımsadım; “Hepsi 5!”
O günden sonra uğurlu sayımı 5 olarak belirledim. Çünkü 5 demek; başarı demekti, övülmek demekti, tebrik edilmek demekti, kazanmak demekti hatta bazen sevilmek demekti benim için.
Nasıl oluyor da sadece bir 5 rakamı tüm bunları ifade ederek bugün bu yaşımda bile bende olumlu duygular çağrıştırabiliyor ? Etkisi nasıl hala devam ediyor ? Bu rakam nasıl 8 yaşındaki bir çocuk için bu kadar büyük bir anlam taşıyabiliyor? Bu anlamı ona yükleyen şey kendisi mi yoksa kendisini değerli yaptığına inandığı notları mı? Öğrenme, merak yerine not skorlarına dayalı bir eğitim sisteminde büyümesi mi?
Evet kilit nokta işte burada ‘Kendini değerli yapmak.’ Bizi değerli yapan şey bizim notlarımız, başarılarımız mı? Değerli olmak bize ne kazandırıyor? Nedir bu değer dediğimiz şey?
Değer bir kavramdan başka bir şey değildir aslında , sadece bir şeylere bizim yüklediğimiz anlamdır. Başarmak , onaylanmak, yüceltilmek ve sevilmek bizi değerli yapmadığı gibi bunların eksik olması ya da hiç olmaması var olan değerimizden bir şey kaybettirmez.
Sahip olduğumuz değerle elde ettiğimiz başarılar birbirini beslese de paralel değildir bunu böyleymiş gibi gören bizleriz. Üretken ve başarılı olmak bizim sadece mutluluğumuzu ve yapabilmiş olduklarımız sayesinde elde ettiğimiz tatmini arttırır, değerimizi değil.
Bunun bilincinde olarak değer kavramına takılı kalmadan, notlarımızı kendimizi sevdirme aracı olarak görmeden, kendimiz için bir şeyler başarmaya çalışırsak elde ettiklerimizden daha fazla tatmin sağlamış olacağız. Mutluluğu kendimizde bulabilmemiz için yol gösterici şey ise ebeveynlerimizin bize verdikleri değeri notlarla ölçmemeleri olacaktır.
Başarılı olmak istemeyelim ya da hicbir şey başarmayalım demiyorum . Bir şeyleri başarabilmiş olmak elbette insana mutluluk ve haz veriyor ancak elde ettiğimiz not başarısı mutlu olmanın anahtarını vermiyor.
Mesele tam da bize işaret edilenin ötesini görebilmekle başlıyor. Bugün fark ediyorum ki bu yaşıma kadar yaşadığım başarılarım, başarısızlıklarım, düşkünlüklerim, kayıplarım ve kazanımlarımla kendi değerimde ne bir eksilme ne de bir artış yaşamışım . Ne başardım diye çok sevilmişim ne de başaramadım diye daha az sevilmişim. Tüm bunlar benim düşüncelerimin kurmacasından ibaretmiş.
Aslında ‘5’in ‘1’ den hiçbir farkı yokmuş. 1 de uğurlu sayı olmaya aday olabilirmiş.
Keyifli Tatiller
Şeyda YILMAZ

Genel
Psişik Ölülük
Michael Eigen bir bebeğin çığlığı çoğu zaman hissettirdiği empatik acının yanında bir rahatlatma yaratır çünkü canlı olduğundan emin oluruz der. Yeni doğan bir bebeğin canlılığından uzun bir süre emin olamayız. Bu emin olmama sonrasında da devam eder.
Ne kadar canlılığı kaldırabiliriz? Eigen, Freud’un organizmanın kendi hassasiyetinin kendisine çok fazla enerji yüklediğinden bahsettiğini hatırlatmıştı. Canlı olduğumuzu hissetmek için sahip olduğumuz hassasiyetin bir kapasitesi var. Gelişebilir bir kapasite.
O yüzden gün içinde kör bakarak, otomatik bir kara deliğin içine kapılarak canlılığımızı durdurmaya çalışırız diyor Eigen. Ölü haller, canlılığın çok fazla gelmesi ve onu işleyecek tutacak kapasitemizin gelişmemiş olması oranında artıyor. Canlılığın ilk sinyalinin bir acı ile geldiğini vurgulamıştı. İlk çığlık.
Acıyı deneyimlemeye izin vermek ve acının üzerine düşünülebilecek, düşlenebilecek bir yer açmak canlı hissetmenin ilk adımı. Hissetmenin önüne tuğlalar yığdığımızda canlılığımıza ket vuruyoruz. Eigen’in psişik ölülük dediği alan da burası. İnsanın canlı hissetmekten bir şekilde vazgeçmediği, çünkü hayatta, ama ölü olmadığını sürekli teyit etme ihtiyacı duyduğu bir konum. Bu teyiti nasıl yapıyor insan? Psikolojik semptom olarak ortaya çıkan her şeyle. Kendisinden çıkan, açılan her şey ile.
Aslı Gökçe TÜRKMEN

Genel
Yas tutmak ve özgürlük
Yas kişiyi yaşamda ve aşkta yeni bir yatırıma yöneltir (Laplanche ve Pontalis, 1973).
Yas hakkında düşünürken “kaybedileni geride bırakıp önüne bakmak” şeklinde bir düşünceye kapılabiliyoruz. Bu düşünce bir bakıma anlamlı gelebilir.
Çünkü kayıpta gerçekten de geride kalan bir şey vardır. Fakat geride kalan şey kişinin kendisinden ayrı değildir. O bağlantı, kurulan duygusal bağ, yapılan ruhsal yatırım anlamlandırılıp onunla ilgili acılar yaşanmadıkça yas çalışması yapılamaz.
Yas bu şekilde daima yaşama sadıktır. Yaşama yönelir. Yaşamın acılarını içerir.
Nesneyi geride bırakıp (!) yoluna devam etmenin yüzeyselliğinde işlemez. Daha ağır, derin ve sonuçlandığında özgürleştirici bir süreçtir.
Özgürlük bağın kopması, yatırımın tamamen çekilmesi ile ilgili değildir. Bağın anlamı içinde; ne kadarı tutulacak ne kadarı bırakılacak onun dengesini kurmakla ilgilidir. Ancak böyle ‘yeni bir nesne’ye yönelim, yatırım başlayabilir.
Aslı Gökçe TÜRKMEN

Genel
Özgürlük hissinin acı vermesi
Gelişimsel olarak çocuk onu kucaklayan, tutan, saran, aynalayan bir nesneye ihtiyaç duyar. Başlangıçta nesnesine mutlak bağımlıdır. O bakar, onun baktığı yere bakar. Onun dokunduğu yeri duyumsar, onun sesine karşılık tepki verir; kendi sesini onun sesini duymak için yükseltir. Burada çocuğun nesnesine yönelik hassasiyeti, kendisinin yaşamda kalmasına ve onunla etkileşmesine yönelik acil bir ihtiyacıdır.
Büyüyen çocuk, artık nesnesinden uzaklaşacak yetileri kazanır. Ve yavaş yavaş ayrılma denemelerine başlar. Özellikle çocuğun emeklemesi ve yürümesi ayrılma ve bireyleşme denemelerinin en güçlü adımlarıdır. Bu noktada şöyle ilginç bir şey var; artık çocuk anneden ayrılabilmek gibi bir seçeneğe sahiptir. Bu onun içsel özerklik, özgürlük hissinin ilk tohumudur. Artık ‘ayrılabilirim, gidebilirim, yapabilirim’ gibi bir güçlülük hissi ile özgürlük deneyimi içine girebilir.
Fakat eğer çocuğun bireyleşmesi, kendiliğinin kaybıyla eş zamanlı olarak deneyimlenecek bir nesne kaybıyla sonuçlanacaksa, bakımvereni orada onu aynı coşkusuyla, tutarlı varlığı ile beklemeyecekse, o zaman bu özgürlük hissinin aynı zamanda acı verdiğini söyleyebiliriz. Çocuğun kendisine göre, kendisini öne çıkaracak, kendisini ortaya koyacak, kendisine göre bir söz , hareket bir şey yapacak olduğunda nesnesini kaybedecek olması onun için çok çok acı verici bir ikilem yaratır.
Çünkü çocuk buradaki kaybı yalnızca ‘nesne kaybı’ olarak deneyimleyebilecek olgunlukta değildir. Buradaki kayıp çocuğun parçalanması, dağılması, yok olması, ezilmesi gibi çok daha yıkıcı deneyimlerle ilgilidir. Ve özgürlük hissi, acı verici hale gelir.
Aslı Gökçe TÜRKMEN

Genel
ERGENLİKTE CİNSELLEŞEN BEDEN
Ergenlikte insan bedeni çok hızlı bir değişim geçirir. Ve ruhsal işleyiş bedene senkronizeolmakta, onu takip etmekte, ona uyumlanmakta zorluk yasayabilir. Beden, çocukbedeninden çıkmaya başlar fakat ruhsallık hala çocukluğun ebeveyne bağımlılığını taşır.Dolayısıyla ergenlikle birlikte bedenin cinselleşmesi, hala ebeveynlerine bağımlılığınıyoğun bir biçimde taşıyan kişi için çok kaygı ve korku uyandırıcı olabilir. Bu kaygı vekorkular; kişiyi cinselliğini tamamen inkar etmeye, o yokmuş gibi davranmaya itebilir.Temel korku, bedenin ebeveyn bedenine benzemeye başlamasını farketmektir. Çocukluğukaybetmiş olmak da peşinden gelir.Artık yavaş yavaş ebeveyn özdeşimleri terk edilmeye başlar. Anne- babaya benziyorolmanın büyülü dünyası çökmeye başlar. Kişi, kendisine farklı idealler arayışına girer. Buidealler bazen romantik partnerler arasında aranır. Cinselliğin yoğun duygulanımı, kişiyiötekiyle ideal bir konumdan ilişkilenmesine yönlendirir. Ötekine çok yüksek ve şiddetli birduygusal yatırım yapılır.Sanki beden, ebeveynden ayrışımı ve yeni sevgi nesnelerine yönelimi talep ediyor gibidir.Bu talep; zorlayıcı, katı ve zorba tonda olduğunda, kişi bir yandan ebeveynlerine olanbağımlılığını korumaya bir yandan da onlarla olan bağını tamamen kesmeye çalışmakarasında kalır.Ergenlikte kendine zarar verme davranışları, beden üzerinden ebeveynle olan bu bağıkesmeye yönelik girişimler gibi okunabilir.Eğer ebeveynlerde ayrışmayı engelleyen ve yapışmayı teşvik eden süreçler de varsa,kişinin kendi bedenine yönelik saldırganlıklar aracılığıyla, kişi kendini, ebeveynle bitişikkalmayı veya tamamen ayrı düşmeyi anımsatan ölüme benzer duygulanımlardankorumaya çalışacaktır.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
SAHTE KENDİLİK
Winnicot, bakımverenin bebeğe aşırı müdahil olmasını veya kendini duygusal olarak hiçerişilebilir kılmamasını ele alır. Çok erken bir evrede, aşırı müdahaleler veya aşırı yoksunbırakmalara maruz kalan bebek, kendi istek ve ihtiyaçlarını yok sayarakbakımvereninkilere uyumlanmaya başlar. Bebeğin hangi müdahaleyi aşırı olarak veyahangi mesafeyi yoksunluk olarak deneyimleyeceği yine kendisi ve bakımvereni arasındakiözel ilişki içinde saklıdır.Sahte kendilik, kişiliğin sürekli savunma içinde işleyen kısmıdır. Kişi, gerçek kendiliği iledünyaya çıktığında karşılaştığı yoksunluklar, ihmaller, reddedilmelerden gerçek kendiliğinikorumaya çalışır. Sahte kendilik de tam olarak bu savunma örgütlenmesini belli birörgütlenme içinde işleten sistemdir. Gerçek kendiliği, yaşamın gerçek acılarından;reddedilmelerden, yok sayılmalardan, aşağılanmalardan, kırılmalardan, terk edilmelerdenkorumayı amaçlar.Fakat bu acılar, kaynağını yaşamdan aldıkları için kişiyi canlı ve gerçek tutar. Kişi buacılara karşı savunma içinde kaldığında, canlı ve gerçek hissedeceği alanını kaybeder.Winnicot, yalnızca gerçek kendiliğin kendini gerçek hissedeceğini vurgular.Sahte kendilik dünyaya nasıl açılır? Kendine özgü bir biçimde kendiliğinden ve canlı olarakaçılmak yerine, bakımverenine uyumlanır ve itaat eder. Kendi duyguları yerine ötekininduygularını hisseder ve onları önceler. Bu şekilde gerçek kendiliğini yok ederek sahte birkendilik ile zarar görmemeye ve acı çekmemeye çalışır.İnsanda böyle savunmacı bir örgütlenme geliştiği zaman kendiliğindenliğini vegirişimciliğini kaybeder. Çünkü bu iki kavram ancak kişinin kendisini ortaya koyabildiğindedeneyimlenebilir.Girişimci olmak, kişinin dünyadan bir şeyler alabileceğine; kendiliğinden olmaksadünyaya bir şey verebileceğine inanmaktır.
Dünyaya kendinden bir şey verebilmek, kişinin kendinde değerli ve önemli bir şeyolduğuna ve kendini açtığında ötekinin bunu alabileceğine inanmasıdır. Bir şey verirse budeğerlidir ve öteki ondakine değer verebilir.Dünyadan bir şey alabilmek, ötekinde değerli bir şey vardır ve kendisi bunu içine alabilirdemektir.İnsan hep bu şekilde, dünyadan kendine alabileceği ve dünyaya verebileceği şeyler ile biryaşayış ve arayış içindedir.Buna karşılık şiddetli bir savunma kıskacı içinde kalmış kişi, dünyayı yoklayarak, kontrolederek, itinayla inceleyerek, analiz ederek yaşamaya çalışmak zorunda hisseder.Başta kendisini korumaya hizmet eden ve acıları savuran bu savunmacı kendilikörgütlenmesi, sonralarda kişinin kendisi olarak hayata çıkmasını ve ötekilerin içinde,kendine özgü bir var oluş sergileyebilmesini engeller. Fakat çok yerleşmiş bir yapı olduğuiçin ve ‘iyi hissetmek, acıdan kurtulmak ” üzere işlediği için, bir yandan da hep kişiyikoruyormuş illüzyonunu yaratmaya devam eder. Kişi, kendi kişilik yapılanması içinde onasığınır ve onu işletir.O yüzden de kişi kendini, çoğu zaman psikolojik bir semptom olarak ortaya çıkan karmaşıkduygulanımlar kümesinin içinde bulur.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
İHTİYAÇ VE ARZUYU İFADE EDEMEMEK
Bebek, ihtiyaçlarını bedeninde şiddetli bir mahrumiyet hissederek bakımverenden talep eder. Kohut, bebeğin, ebeveynden beklediği yanıtın yokluğuyla, ihtiyaçlarını gizlemeye yönelik arzu duyduğunu söyler. Yani bebek ihtiyacına karşılık bakımvereninden bir yanıt alamadığında, ihtiyacı olduğu şeyleri ve bizzat ihtiyacını gizlemeye çalışır.
Elbette insan, bu kadar küçükken ihtiyaçlarını tamamen gizleyemez. İhtiyacını ve arzusunu ifade etmek için gürültülü ağlamalar veya sessiz kalıp tepkisizliklerle karşılık verebilir. Fakat aynı zamanda ihtiyacı ortaya her çıktığında derin bir utancın da içine girer.
‘Her şeyi kendim halletmeliyim.’ söylemi bir bakımdan
‘ihtiyacım açığa çıktığında kimse yanımda olmayacak.’ ile eş bir anlam kazanabilir.
Bu söylem, ihtiyaçlı olmanın kişiyi ötekine muhtaç bıraktığını anlatır. Gerçekten de insan yavrusu hem fiziksel hem psikolojik olarak bakımverenine muhtaçtır. Hayatta kalabilmek için öncelikleri; tutulmak, kapsanmak, görülmek, beslenmek, ısınmak gibi ihtiyaçlardan oluşur. Bu ihtiyaçların karşılanması ise, Bion’un açıkladığı üzere, kendisini kapsayan, kendisinin anlam veremediği hislerini anlamlandıran bir bakımveren ile mümkün olur.
Elbette bu söylem, içinde ötekine muhtaç olmanın belirsiz doğasına da vurgu yapar. Yani bu kadar ötekine muhtaçsak, hele bir de bu kadar küçükken, akıbetimiz tamamen ötekinin ellerinde kalıyor. Bu insan yavrusu için başta, başa çıkılması imkansız bir durumdur. Bu yüzden ötekine olan muhtaçlığını hem başlangıçta zaten kendi göremeyecek hem de, zamanla gizleyecek, göstermeyecektir. Çünkü ötekine ihtiyacını gösterirse, karşılık alamayacak belki asla ‘görülmeyecektir.’
Kişi, kontrolü, ötekinin eline vermemek için kendi ihtiyaçlarını gizlemeye, her şeyi kendi başına halletmek zorunda hissetmeye çalışacaktır. Çünkü ihtiyacını, güven vermeyen ötekinin eline teslim edemez. Ötekine güvensiz kaldığı bir durumun yanında, kişi ‘kendi
kendine yetebilme’ üzerine çok ciddi yatırım yapar. Bunu bir erdem sayar. Ötekine muhtaç olmayı ise çok ciddi bir aşağılanma, korkutucu bir durum olarak görür.
Fakat hayatta her şeyi kendi kendine halletmeye çalışmak, hem çok yorucu hem de insanı yalnızlaştıran bir durumdur. İhtiyaç ve arzu insanın yaşama aktif olarak katılması için çok temel bir yerdedir. İhtiyacını da arzusunu da ötekine sunabilmekte, gösterebilmekte zorluk yaşayan, yoğun endişelerle kendini geride tutan bir kişinin aslında hayata kendi olarak girmekte zorluk yaşadığını söyleyebiliriz.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Ölümlerden Ölüm Beğenmek
Bu yazıyı ilk Dalgın Sular projesi ile uğraşırken yazmıştım. Ölüm, hem çok kişisel bir sorgulama hem de dedem dışında acı kısmı ile dile gelmeyen, İskender hocamla sohbetlerimizde baş köşede oturan bir şeydi. Baş köşeye oturtup ikimizde nasıl başa çıktığımıza dair ahkamlar keserken bu konu üzerine yaz dedi bana hocam. Emir büyük yerden gelince işe koyulmuştum tabi. Nerden bilebilirdik son yılların tatsız deneyimleri ile baş köşeye koyduğumuz şeyin canımıza okuyacağını. Artık ölüm, bende tarif etmenin hem güç hem de basit çağrışımları olan bir şey.
Bu girizgâhtan sonra, dediğim gibi ilk başta bu konuyu ele almak bende heyecan uyandırmıştı. Neler söyleyeceğimi az çok kafamda tasarlamıştım. Zaman daralıyor bense yazmayı sürekli erteleyip kaçacak bir yol arıyordum. Benim durumum da işin doğasına uygun hareket ediyordu. Tıpkı çocukların ders çalışmayı sürekli ertelemesi, bahaneler bulması, sonra sıkışmaları ve kaygı yaşamaları gibi…
İşimi yaparken sıkça karşılaştığım akademik sorunlarla başvuranların dile getirdiği şikayetler de bana, daha sınav korkusu mu kaygısı mı ayrımına bile varamadığımızı düşündürdü. Sınanmak karşısında nasıl bir ruh hali yaşandığından giderek emin olamadığımızı da… Sonucun her hangi bir dersten başarısız olmak, sınıf tekrarı yapmak, üniversiteye girememekten ziyade varoluşumuzu tehdit eden bir duruma dönüştüğü bir yerdeyiz. Tıpkı aylardır dünyayı etkisi altına alan COVID-19 gibi.
Kavramaya çalıştığım şey kişinin sınanma sonucundaki durumunu nasıl ele aldığı ve anlamaya çalıştığı. Niye önemli bu sonuçlar, hayatımıza katacağı şeyler neler? Bir üst sınıfa geçmek, üniversiteye girmek ne ifade ediyor? Kestirmeden söyleyecek olursam başarılı olmak istiyoruz. Bunu bazen kendi mutluluğumuzun anahtarına kavuşmak kimi zaman da ailemizi mutlu etmek için istiyoruz. Nedir bizi bu uğurda gayret göstermekten alıkoyan, zaman zaman felç eden, mutluluk yolculuğuna gölge düşüren, şu kaygılı, korkulu ruh halleri?
Korku, bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında ortaya çıkan duygu ve insanın kendini koruma davranışları sergilediği, bedende de değişimler yaratan bir durumdur. Korkunun bir öngörü ve bu öngörü sonucunda kaçma, kaçınma gibi önlem almaya yönelik tepkiler içerdiğini söyleyebiliriz. Kaygılarımıza da bazen benzer davranışsal, duygusal ve bedensel belirtiler eşlik edebilir. Çünkü her iki duyguyu da tetikleyen, bir tehlike ya da tehdit algısıdır. Ancak korku söz konusu olduğunda organizmayı alarm durumuna getirip savunma kalkanlarını harekete geçiren dışsal bir durum ya da nesneyken, kaygıyı kışkırtan içten gelen bir tehdidin algılanmasıdır. Bu yüzden korkunun nesnesi vardır. Kaygı söz konusu olduğunda ise kendi “içimiz”, bize ait bir şey, bir tehdit halini almıştır. Bu yüzden nesnellik kazanamaz, yok ya da belirsizdir. Nesne belirsiz olduğu gibi, hedef de belirsizleşir, kaygının tehdit ettiği şey, kolumuz, bacağımız ya da başka bir gövde parçamız ya da evimiz, ocağımız, hayattaki diğer kazanımlarımızdan biriyle sınırla kalmaz, varlığın bütününe doğru yayılır. O anlamda kaygı daima varoluşsaldır. Bugün de korkumuzun ayan beyan ortada olan nesnesi virüs karşısında aldığımız önlemleri düşünün. Bir de önlem olarak yaptıklarımızdan ziyade yaşadığımız ruhsal durumları. Tüm önlemleri alsak da belirsizliğin gelip bizi kuşatmasını ve kaygının sularına atmasını.
Eğer atalarımız korku denen şeyden yoksun olsalardı muhtemelen insanlık bugünü göremeyen bir canlı türü olurdu. Korku bizi dış çevreden korur; bu sayede de hayatta kalmamıza katkıda bulunur. Korkulan nesneden kaçabiliriz. Misal köpekten korkuyorsak bu tehdidi yaratabilecek her türlü durumdan uzak durmaya çalışırız. Ya da virüsten korunmak için sosyal mesafeye, hijyene dikkat ederiz. Daha da ileri gidelim sosyal izolasyona geçenlerimiz var. Her türlü dış tehditten kendini uzak tutanlar. Rahatlar mı acaba, huzurları yerinde mi? Virüsten kaçmak yarattığı duygulardan kaçmaya yeterli mi?
Peki, kaçamayacağımız, çünkü son kertede bize, içimize ait olan şey nedir? Ölüm! İşte yine soru yine cevabı; ölümden kaçamayız. Hayatta kalma dürtüsü ile güdülenen insanın temel meselesidir ölüm. Dışsal olsun içsel olsun her tehdidin ufkunda ölümün belirsiz ama kaçınılmaz varlığını sezeriz. Ölüm belirsizdir, çünkü henüz ölmedik. Ölenlerin de bilgisinden faydalanamıyoruz, çünkü öldüler. Yani ölümün ne demek olduğunu bilemeyiz. Bilemediğimiz şey karşısında da kaygılanırız.
Bilgi, kaygıyı azaltır. Varoluşsal kaygımızı azaltmak, onunla baş edebilmek için ölümün nasıl bir şey olabileceğine dair çoğunluğun fikir, inanış yelpazesinden kendimize uygun bilgileri seçeriz. Bu yaygın inanışların yön verdiği şekilde ölümün ne demek olduğunu kestirmeye çalışırız. Yani bilinmez, belirsiz olanı anlamlandırma çabasına girerek kaygıdan kurtulmaya çalışırız. Tabi ki bu durumdan tamamen kurtulamayız, bunun izleri yaşamımızda başka kılıklarda karşımıza çıkar. Bu varoluşsal kaygıyı kontrol edebilmek, belirsizliği belirli bir nesneye dönüştürmek için korkuyu yaratırız. Misal, “cehennem ateşi” kavramını, kelime anlamında, harfiyyen kabul ediyorsak, ölüm, yokluk karşısında duyduğumuz kaygıyı, yanmaktan duyulan gerçekçi ve makul bir korku doğrultusunda ehlileşitirebiliriz.
Bütün bunlardan ötürü, korku ve kaygının ne olduğu ve aralarındaki farkların neler olduğu konusundaki temel kabulleri benzeşse de, filozoflarla psikoterapistlerin kaygı karşısındaki tavırları birbirlerinden radikal bir biçimde farklılaşabiliyor. Filozoflar, kaygıda durmanın ölümün kaçınılmazlığı ve bilinmezliği karşısında benimsenebilecek biricik gerçekçi tavır olduğunda ısrar edebilirler. Bizim işimiz ise, Nazım Hikmet’in “acayip bir güç” diye nitelediği şeyin harekete geçmesine yardımcı olmaktır:
En acayip gücümüzdür,
Kahramanlıktır yaşamak:
Öleceğimizi bilip,
Öleceğimizi mutlak.
Bütün insanların ölümlü olduğu, Sokrates’in de bir insan olduğu elbette doğru; ama Sokrates’i önemli kılan, bütün insanlar gibi ölümlü olduğu değil, kendi ölümünü taşımasını mümkün kılan bir dili kurmuş olmasıydı. Psikoterapi süreçlerinin de Sokratik soruşturmaya akraba bir yönü vardır; her psikoterapi sürecinde gelinip o sınıra dayanılmasa da, insanın kendi ölümlülüğünü nasıl taşıyacağı, varoluşun temelinde yatan kaygıyı nasıl katlanır kılacağı soruları, her psikoterapi sürecinin sınırlarında kendi varlıklarını hissettirirler.
Modern sanatta “kaygı” dendiğinde ilk akla gelen imge… Edward Munch’ın “Çığlık” tablosu; bu imgenin de gösterdiği gibi, kaygının akrabası olan ruh halleri arasında, korkunun yanısıra, tasayı da, dehşeti de sayabiliriz.

Genel
Her Çocuk Parmak İzi Gibi Tektir
Parmak izimizin dünyada bir tek bize ait olduğunu duyduğumda çok etkilenmiştim. Düşünsene demiştim kendi kendime dünya var olduğundan beri milyarlarca insan dünyaya gelmiş ve hiç birinin parmak izi bir diğerininki ile aynı değil tıpkı annemiz ve babamız gibi onlardan sadece ve sadece bir tane var. Şimdi biz anne ve baba olarak baktığımızda üç dört tane çocuğumuz olsa da hepsi birbirinden parmak izi gibi farklı kardeş olsalar bile. Karakterleri, mizaçları ve kişilikleri birbirinden ne kadar da farklı…
Pekiyi bir çocuğa “Disleksi” ya da “Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite” tanısının konulduğunu düşünün bu durum çocuğun biricikliğini bozar mı? Bozmuyor ise neden biz o çocukta “… “tanısı var deyip çocuğu etiketleyip bırakıyoruz? Her “Disleksi” ya da “Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite” tanısı alan çocuk birbiri ile aynı özellikleri mi gösteriyor? Sanki dünyanın sonu gelmiş ve çocuk için yapılacak hiçbir şey yokmuş gibi… Aslına bakarsanız esas maraton tanı konulduktan sonra başlıyor. Siz tanı konmadan önce belirsizlik içinde debelenirken artık yol haritanız belli en azından. Buradan sonra her çocuğun güçlü olduğu yanlarını bulabilmek çok önemlidir; çünkü çocuğun güçlü yanlarını ya da ilgi alanlarını kullanarak yaşına uygun davranışı ya da beceriyi kazanması sağlanacaktır. Örneğin çocuk yabancı dil öğrenmekte güçlük çekiyorsa ve görsel algısı güçlü ise ilgi alanını öğrenip ona İngilizce öğretmek gerekir. İlgi alanı uzay ise gezegenlerin resimlerini göstererek İngilizce gezegen isimleri, yakınlık uzaklık ve büyüklük küçüklük kavramları öğretilebilir. Bunları her çocuk için belirleyebilmemiz için de onlara tek tek yakından dokunmak, onları tanımak gerekir. Anne baba olarak da biz çocuğumuzu tanıyıp güçlü yönlerini bilirsek öğrenme ortamları yaratabiliriz. Genel yaklaşım zaten çocuğun ilgisi var onu biliyor deyip o alanı yok saymak. Oysaki sohbet ederken en iyi bildiği alandan yararlanarak yeni bilgiler öğrenmelerini sağlayabiliriz. Bunun için öğretmen/uzman olmamıza gerek yok sadece çocuğumuzun biricikliğini unutmayarak onu tanımamız ve ona özel sohbet zamanları yaratmamız yeterlidir.

Genel
Çocuklara Soru Sorma Sanatı
Hepimiz anne ya da baba olarak çocuklarımızı acaba okulda neler yapıyorlar diye merak ederiz. İlk anaokuluna başladıklarında ağlayarak bıraktığımız için belki de çoğumuz vicdan azabı çekmiştir. Oysaki çocuklar anne ya da babalarının gittiklerinden emin oldukları noktada susarlar ve bütün gün de mutlu bir şekilde oyun oynarlar. Ebeveynlerin gözlerinde kalan sahne ise gözyaşları içindeki çocuklarının yüzüdür. Merak serüveni başlar. Kimi çocuk her şeyi bire bin katarak anlatır kiminin ise ağzından bir laf bile çıkmaz. Bunun nedeni çocuklarımızın mizaç özelliği olabileceği gibi bizim doğru soru sormayı bilmememizden kaynaklanıyor olabilir. “Bugün okulda ne yaptın?” sorusu genellikle “Hiç.” ya da “Her zamanki gibi işte.” cevapları ile cevaplanır. Çok genel ve amaca yönelik olmayan bir soru şeklidir. Onun yerine “Bugün okulda seni en çok güldüren şey neydi?” sorusu onu şaşırtacaktır ve düşündürecektir. Muhtemelen de detaylı şekilde anlatacak ve siz de çocuğunuzu güldüren kişi ve konu hakkında bilgi sahibi olmuş olacaksınız. “Eğer sizin sınıfınız Mutlu Köy olsaydı, en mutlu kim olurdu?” şeklinde bir benzetme ve kurgu ile bir soruya başlayıp “Mutlu Köy’ ün annesi kim olurdu?” , “Mutlu Köy’ ün annesinin ne gibi görevleri olurdu?” gibi detaylı sorularla çocuğunuzun okulda nasıl hissettiği ve kimlerle neler paylaştığı hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. “ Bir başka kurgulu soru da “Eğer sizin okula bir uzay gemisi inse kimleri ışınlardı?” olabilir. Bu gibi sorularla yola çıkıp bir hikaye oluşturup anlatmasını isteyebilirsiniz. Bu tarz sorular çocuklarınızın neyi isteyip neyi istemediklerini söylemelerinin tehdit edici olmayan bir yolunu sunuyor. Böylece size “neden” diye sorabildiğiniz bir sohbetin kapısını açıyor. Bu konuşmalar daha önce hiç bilmediğiniz konuların açılmasını sağlıyor. Çocuklarınızı tanırken dikkat etmeniz gereken önemli bir nokta onların bizden ayrı bir birey olduğunu unutmamaktır. Bireylerin mahremiyet sınırlarını korumak önemlidir. Merakımız ile sınırları aşmamaya özen göstermeliyiz. Yaş ilerledikçe soruları hiçbir şekilde cevaplamayabilir. Ergenlik döneminde özellikle ketum olabilirler. Ebeveynler bu durumu saygı ile karşılamalılar. Israr etmek krize neden olabilir.

Genel
Ne Kadarı Bizim? Ne Kadarı Onların?
Bir çocuğun eğitimi ne zaman başlar? Bu soruya herkesin farklı bir cevabı vardır. Bilimsel çalışmalardan birinde 20 yıl önce başladığı bir diğerinde de 100 yıl önce başladığı söylenir. 20 yıl anne ya da babanın kendi yetişme döneminde karar verildiğini savunurken 100 yıl anne ve babanın aile kökenine yani kuşaklar öncesine bu kararı dayandırır. Bu iki düşünce de çocuğun eğitiminin anne ve babanın eğitim ve yetiştirilme tarzına dayandığını bize vurgulamaktadır. Çocuğa ne istediğini sorduk mu hiç acaba? Bu dönem satranç eğitimi çok tutuluyor haydi hemen şehrimizdeki satranç kurslarını araştıralım ve çocuğumuzu hemen yazdıralım telaşına kapılıyoruz. Sanki o kursa yazdırmazsak çocuğumuz eksik kalacak ya da biz anne ve baba olarak çocuğumuzu bir şeylerden eksik bırakmış olacağız. Bir diğer dönem tenis kursu modası var ise koştur koştur o kursa yazdırıyoruz. Çocuğumuzun yetenekleri uygun mu acaba? Sonra bununla da kalmıyoruz bizim çocuk maymun iştahlı hiçbir kursta istikrar sağlamıyor ya da hemen sıkılıyor diyoruz. Hiç kendi çocuğunuzun istediği bir kursa yazdırmayı denediniz mi? Çocuklar kendi istedikleri aktiviteler için sizi sabahın erken saatlerinde uyandırıp aktivite yapılacak yere bir an evvel gitmek için can atarlar. Aktivite sırasında da vakitlerinin nasıl geçtiğini anlamazlar. Bir de aktivitede anne ya da babaları aktif katılım sağlarlarsa çocuklarımızdan mutlusu olamaz. Genel yönelim çocukları kurslara bırakıp almak yönünde oluyor. Aslında seyredildiklerinde ya da anne babaları ile birlikte bir aktivite yaptıklarında çocuklar daha çok doyum sağlıyorlar. Aslında çocuğumuzun eğitim hayatı ile değil hayatının herhangi bir döneminde onunla ilgili bir karar alırken ne kadarı onların isteği, ne kadarı onların kararı onu göz önünde bulundurmalıyız. Sadece bizim isteğimiz olan bir karar çok sağlıklı olmayacaktır.

Genel
Biricik Oğlum, Biricik Kızım…
Seni çok seviyorum öyle seviyorum ki bu sevgiyi hak etmek için hiçbir şey yapmana gerek yok. Seni sen olduğun, benim evladım olduğun için seviyorum. Bu koşulsuz sevgiyi bütün benliğinle hissettiğin için sen de kendini sevilmeye layık görüyorsun. Senin sınavlardan kaç aldığının bir önemi yok önemli olan mutlu olman ve gayret etmendir. Ben aldığın notu değil çabanı övdüğüm için sen de başarılı olduğunu hissediyorsun. Sınav sonucun açıklandığında ben Ali ya da Ayşe kaç almış diye sormuyorum. Onların kaç aldığı beni hiç ilgilendirmiyor. Bir başkası ile kıyaslanmanın ne kadar kötü bir duygu olduğunu hatırlıyorum. Büyükannen de beni komşumuzun çocukları ile kıyasladığında ben çok üzülürdüm. Hem o çocuklarla ilişkim hem de moralim bozulurdu. Önemli olan bir önceki sınavına göre kendi içindeki gelişimin ya da değişimindir benim için. Bir önceki sınavında daha yüksek not aldıysan neden düşük aldın diye sana kızmak yerine notlarındaki düşüşün sebeplerini araştırıp sorunu çözmeye odaklanırım. Belki sana da problem çözme konusunda model olabilirim. Ben Ali ya da Ayşe’nin gelişimini değil senin gelişimini takip edip önemsediğim için sen de kendine güveniyorsun ve azimle çalışmaya devam ediyorsun. Ben seni kimse ile kıyaslamıyorum evladım sen benim için dünyada birtanesin. Ahmet judo şampiyonu olmuş, çok sevindim. Seni o kadar iyi tanıyorum ki evladım vücut yapının böyle bir spora uygun olmadığını kabul ediyorum ve seni vücut yapının daha uygun olduğunu düşündüğüm sporlardan birine öğretmenlerine danışarak yönlendirdim. Senin judo şampiyonu olman gerekmiyor; bence en önemlisi orada geçirdiğin zamanlarda mutlu olman ve fiziksel gelişimine katkıda bulunmasıdır. Eminim bir gün sen de sevdiğin ve yeteneğinin olduğu alanda kendini geliştireceksin. Ben sana inanıyorum ve güveniyorum.

Genel
Toplumsal Cinsiyet
Siz hiç oğlunuzu aslan oğlum, kızınızı cici kızım diye sevdiniz mi? Hiç kızınıza pembe oğlunuza mavi kıyafet aldınız mı? Çocuğunuza oyuncak alırken özellikle oğlunuza kamyon, araba ya da tamir aleti alıp kızınıza bebek ve evcilik oyuncakları almaya dikkat ettiniz mi? Oğlunuzu tanıtırken haylaz kızınızı tanıtırken hanım hanımcık diye tanıttınız mı? Muhtemelen bu sorulara doğal olarak tabii ki cevabınızı verdiniz; çünkü bize toplum kızlar şunu yapar erkekler ise bunu yapar diye öğretti. Pekiyi hiç uzun saçlı oğlan kısa saçlı kız çocuğu olamaz mı? Hiçbir kız çocuğu mavi pantolon giyemez mi? Oğlunuz ilk aşık olduğunda içinizden “çok canlar yakacak “ diye geçirirken, kızınız ilk aşık olduğunda “başımıza bela açacak diye geçirdiniz mi? Oysa aşk dediğimiz şey iki kişi arasında yaşanmaz mı? Neden iki farklı cinsiyetteki çocuğumuz için farklı şeyler düşünüp hissediyoruz? Kızımız düştüğünde “aman evladım dikkat et” derken oğlumuz düştüğünde “erkek adam ağlamaz” deyip susturuyoruz. İki cinsiyette aynı acıyı çekmiyor mu? Veliaht dediğimizde genelde aklımıza oğlumuz geliyor olsa da kızımız da bizim veliahtımız olamaz mı? Birçok şirketin yönetiminde artık kadınlar yok mu? Yoksa kadınlar sadece evde oturup çocuk mu büyütmeli? Ne işleri mi var ellerinin hamuru ile erkek işinde? Aslında ahçıların da büyük bir çoğunluğu erkektir. İllaki oğlumuz mu kızımızı korumalı yoksa kızımız kendini koruyamıyor mu? Biz bu düşüncelerimizi çocuklarımıza yüklerken onları nasıl bir yükün altına soktuğumuzu göremiyoruz. Doğdukları andan itibaren çocuklarımız daha önünü göremezken cinsiyet kalıplarına sokuyoruz. Toplumsal cinsiyet kavramı çocuklarımıza yaptığımız bu haksızlığı ve cinsiyet ayırımcılığını vurgulamak için ortaya atılmış bir kavramdır. Aslında biz bazen bir cinsiyeti ön plana çıkarmak istesek de bazen bastırıyor ve sınırlıyoruz. Kadın ve erkek beyninin fizyolojik olarak farklarından biri araba park ederken de kullandığımız uzamsal algıdır. Kadın cinsiyetinin beyninde uzamsal algı erkek beynine göre geçmiş araştırmalarda daha az gelişmiş bulunmuştu; fakat bu araştırma yapılırken kadınlar bugünkü kadar yoğunlukta araba kullanmıyordu. Belki bugün aynı araştırma yapılsa aradaki farklılıktan bahsetmeyeceğiz. Kızlarımıza ve oğullarımıza eşit şartları sunduğumuzda onların eşit şekilde gelişebilmelerine de fırsat vermiş olacağız.

Genel
Mutluluğun Peşinden Gitmek
Mutluluk; TDK sözlüğünde “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu” olarak tanımlanmıştır. Mutluluk; bir duygudur. Duygudan bahsediyorsak ruhsallığın alanına girmişiz demektir. Ruh sağlığını da, kişinin kendi iç dünyasının dış dünyayla, diğer insanlarla uyum ve denge içinde olmasıdır, diye tanımlayabiliriz. Freud, ruh sağlığını “sevmek ve çalışmak” olarak tanımlar. Kendini ve çevresindekileri sevme kapasitesine sahip, çalışabilen, yaptığı çalışmadan keyif alabilen, üretebilen, paylaşabilen insanın ruh sağlığı bir denge ve uyum içindedir.
Nasıl bir hayat yaşamak istiyoruz? Neyin peşinden koşuyoruz? Çoğumuzun bu geniş soruya vereceği cevapta geniş ölçüde “mutlu olmak” olabilir diye düşünüyorum. İnsanın davranışlarının temelindeki amaç mutluluktur. Sürüklendiğimiz ya da sürüklediğimiz yaşamlarda koşulsuz mutluluk istemek ütopyaya benziyor. Bir nevi imkansızı istiyoruz. Demek ki bunun mümkün olabileceğine dair bir inanç var içimizde. Ülkeler, devletler, dinler, siyasi ideolojiler, yönetim biçimleri vs. insanın bu temel amacını daha iyi sağlayacaklarını söylediler. Mesela dini öğretilere bakacak olursak hepsinde sonsuz mutluluk vaat edildiğini görürüz. Bize en tanıdık gelen haliyle “cennet” diyebiliriz bu sonsuz mutluluğa. Her insan için arzudur cennete kavuşmak. Bu sonsuz mutluluğa erişmek için gösterilen çabanın kendisi insanı mutlu eden bir araca dönüşür. Ya da siyasi ideolojileri düşünelim, her biri insanların refahı, huzuru için farklı önermeler sunarlar. Her birimiz de bunun yanında kendi mutluluk tasavvurlarımızla ilgili bir yolculuk halindeyiz. Bu yolculuk bazen maddi bazen manevi bazen de her ikisi gibi farklı şekillerde karşımıza çıkıyor.
Hayattan istediğimiz şeyler ne kadar farklı olursa olsun ortak olan bir şey var ki hepimiz mutlu olmak istiyoruz. Ruh sağlığımız denge ve uyum içindeyse mutluluğa erişebileceğimiz araçları oluşturabiliriz. Bu her zaman söylendiği kadar kolay olmayabiliyor. Canlı olan bir bedenimiz var ve canlı olduğu sürece de her türlü fiziksel sorunla karşılaşma ihtimali var. En basit haliyle mevsim değişikliğinden kaynaklanan iyi ya da kötü hissedişlerden, en yakınımızı kaybetmenin verdiği dayanması güç acılara kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkan durumlar bazen fiziki hastalıklardan daha derin sorunlar ortaya çıkarabilir. İçinde bulunduğumuz koşullar ruh halimizi etkiler ve yakın çevremizle olan ilişkilerimiz, işimiz gibi konularda bundan olumlu ya da olumsuz etkilenebilir. Fiziksel, çevresel etkenler gibi yaşam olayları ruhsallığımızı etkilediği için hayatımızın akışını belirleyenin de ruhsallığımız olduğunu söyleyebiliriz.
1776 yılında ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde şu sözler yer almaktadır. “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz.” Hayat, özgürlük, mutluluğu aramak geri alınamaz haklarımız ise bizler bu hakkımızın olduğunun ne kadar farkındayız ya da bu hakkımızı ne kadar kullanıyoruz. Mutlu olmak, ruh sağlımızı korumak, hayatımıza sahip çıkmak, kendimizin değerli olduğunu bilmek. Ve bunları olumsuz etkileyebilecek her türlü durumla baş edebilmek.
İnsan haklarının ihlallerinden bahsediyoruz, her gün buna örnek sayılabilecek durumlara şahit oluyoruz. İnsan hakkının ihlalinin olduğu yerde insanın ruh sağlığı hakkı, mutlu olma hakkı da ihlal ediliyor demektir. Genelde şahit olduğumuz bu tarz durumları içinde bulunulan koşulların değiştirilmesi ile değiştirebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak yukarıda da bahsi geçen mutluluk, denge, uyum ya da huzurdan söz ediyorsak sadece koşulların değişmesi yeterli olmayacaktır. Her birey birbirinden farklı olduğuna göre her birimizin ruhsallığı ve ruhsal sorunlarla baş etme şekilleri ve gücü de farklıdır. Uzun süre şiddet görmüş bir kadının koşulları değiştiğinde ruh sağlığı yerine gelmiştir diyebilir miyiz? Ya da cinsel istismara uğrayan biri bu durumdan uzaklaştırıldığında?
Dini öğretilerin en büyük ödül olarak sunduğu, insan haklarının temeli olan mutluluğu aramamızın önünde engeller neler? Bildirgede yer alan sözü hatırlayın, yaratıcıları tarafından verilen geri alınamaz haklar. İnandığınız en kutsal şeyden bile daha güçlü olan bu engel ne? Ruh sağlığımızı korumak, mutlu olmak için adım atmamıza; ailemiz, çevremiz, toplumdaki yargılar, maddi gücümüz belki de sadece kendimiz engeliz, bilemiyorum.
Bu bildirge ilan edildikten sonra da Amerika’da siyah -beyaz ayrımcılığı, kadın-erkek eşitsizliği gibi sorunlar çözüme kavuşamadı ve uzun yıllar devam etti. Bildirgeyi ilan edenlerden Thomas Jefferson’ın dediği gibi “ bir toplumun yaşayışında bir ideali tamamen gerçekleştirememiş olması, bu ideali değerden düşürmez.” Çile çekmenin, boyun eğmenin, katlanmanın erdem sayıldığı bir toplumda yaşayan bizler mutluluğu bir hak olarak görüp bunu elde etme çabasına girişirsek layık olduğumuz şekilde yaşayabiliriz.
We The People’ (‘Biz İnsanlar’) ifadesi, tarihteki ilk anayasal demokrasiyi kurmak üzere 1787 Mayıs’ında Philadelphia’da toplanan Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu ilan eden anayasanın ilk üç kelimesidir.

Genel
Her Arzu Her Yere Birden Bakar
Hepimiz başka başka sebeplerle bu cümleyi en az bir kere kurmuş ya da kurulduğuna şahit olmuşuzdur. İnsan doğası gereği doyumsuzdur. Neden? Çünkü eksiktir. İstekleri, arzuları, arayışı hiç bitmez. Arzusu hiç sönmez. Doğumla birlikte eksilmiştir. Bütünden kopmak zorunda kalmış bir parçadır. Lacan insanın; ihtiyaçları, istekleri ve arzuları arasında kaldığını ve hangisinin nerede başlayıp bittiği bir türlü bilinemez der. Çoğu zaman birbiri yerine kullandığımız bu kelimeler TDK sözlüğünde şu şekilde tanımlanır:
İstek; bir şeye duyulan, eğilim, arzu, şevk.
Arzu ise; istek, dilek, heves.
Sözlük anlamında da hemen aynı şekilde tanımlanan bu kelimeleri psikolojinin diliyle anlamaya çalıştığımızda durum değişir.
İstek dediğimizde biyolojik ihtiyaçlardan kaynaklanan ve tatmin edilebilir olandan arzu dediğimizde ise sınırları ve hedefi sanki belliymiş gibi gözüken ama belirsiz doyurulması imkansız olandan bahsederiz. Arzumuzun yöneldiği ve ulaştığını sandığımız her durumda görülür ki hedef tam da o değildir, bir şeyler yine ya da hep eksik kalmıştır.
Daha da somutlaştıracak olursak sadece karnımızı doyurmak için mi yeriz? Evet ise ne yediğimiz neden önemlidir? Sadece oramızı buramızı kapatmak, örtmek için mi giyiniriz? Evet ise ne giydiğimiz neden önemlidir? İhtiyacımızı karşılamanın ötesindeki arayışımız ne? Neden çalışırız? Niye çocuklarımızın sınavlarda başarılı olmalarını isteriz? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Bu soruları yine psikoloji gözlüğüyle okursak şöyle bir durum ortaya çıkacaktır. Hayatta kalma- yaşama arzusu, başarılı olma arzusu, güçlü olma arzusu, sevilme arzusu, beğenilme arzusu…
Hayatımızdaki her şeye işlemiş, bu kadar temel bir durum olsa olsa insanın nasıl bir varlık olduğu ile açıklanabilir. Misal insan diğer canlı türlerinden farklı olarak türün devamlılığı için eş arayışına yönelmez. İlişkilerimizi düşünelim. Kimlerle, nasıl yakınlık kurduğumuza bakalım. Bize kendimizi kötü hissettiren insanlarla birlikte olmak istemeyiz. Sevildiğimizi düşündüğümüz ölçüde ilişkiler bize iyi gelir. Bu sebeple de insanın eş seçimindeki arzusu başkası tarafından sevilme ve birlikte bir bütün olabilme arzusudur. Konu buraya gelince kendimi tutamayarak biraz kadın üzerinden bir şeyler gevelemek isterim. Toplumsal cinsiyet rolleri açısından çok sorunsalı olan kadın; arzularını kendine yönelik olarak kuramaz. Kadını bakmanın nesnesi yapan eril kültür onu seyirlik hale getirmiştir. Bir şeye bakmak görmek değil bakmak derecesi farklı olsa da bakılanı arzulamaktır. Eril kültür içinde şekillenmiş ve tanım bulmuş kadın, kendini birlikte olduğu erkeğe göre tanımlar, eril bakışın nesnesi olur. Bastırılan arzular yolunu bulmak için çoğu zaman kadının mağduriyeti ile karşımıza çıkar. Arzusunu gerçekleştirmek isteyen ancak bakanın konumlandırdığı yerde duran kadın korkar ve alt pozisyonda kalmayı tercih eder. Çünkü bu belirleniş ona eril toplumda belirlenen kadın rolünü aştığında ya da erkeklerin dünyasında başarılı olduğunda ne olacağının anahtarını vermemiştir. Kazandığı güç ve iktidarla ne yapacağını ve kendisine nasıl bakılacağını bilemeyen ve bu belirsizliği yaşayan kadının başarma arzusunun yerini başarma korkusu alır. Kadınların erkeklere çekici gelebilmek için her anlamda kurbanı oynayabilmelerini üst ya da denk ama belirsiz olan pozisyondan ziyade “iyi bildiğin işi yap” düşüncesinden hareketle yapıldığını söyleyebiliriz. Şimdilik susarak kadının kendi arzusunu kazanmak için mücadele etmesini belki başka bir yazıda daha ayrıntılı ele alabilirim.
Toplumsal bir varlık olan bizler beğenilmeli, sevilmeliyiz ki dışlanmayalım, ayıplanmayalım. Bunun tek yolu her şeyi doğru düzgün, “yakışır” şekilde yapmaktan yani kusursuz olmaktan geçer. İnsan hayatı boyunca bu idealin peşinden gider ama asla kusursuz olamaz, olmak için çabalar. Bu haliyle de istekten faklılaşan arzu daha geniş ve bitmeyen bir güce işaret eder. İstek daha anlık bir eylemi gösterir, nesnesi yani yöneldiği şey bellidir ve bu yüzden de tatmin edilebilir. Arzunun ise belirli bir nesnesi yoktur. Nasıl olsun ki? Çünkü arzu insan olmanın içerebildiği bir şey değildir. Sanki farklı bir evrenden bize sirayet etmiş bir tat gibidir. Tam olarak tadını bilemesek de bilmeye bir kala yaşarız.
Yaşayıp gidiyoruz arzu, istek niye kafayı yoralım diye düşünenler olabilir. Tenessee Williams “Ölümün tersi arzudur”, der. Yani arzunun enerjisi ancak ölümle son bulacaktır. Ve ölene dek arzumuzun olduğu her yerde korkularımız olacaktır. Çünkü ölünce korkacak bir şey kalmayacaktır. Beğenilmek istiyorsak beğenilmeme korkusu, başarmak istiyorsak yenilme korkusu, kazanmak istiyorsak kaybetme korkusu, sevilmek istiyorsak sevilmeme terk edilme korkusu… Arzularımızla korkularımız yoğunluklarına göre hep yan yana kol gezecektir içimizde. Dünyevi tüm arzulardan kurtulmak için inzivaya çekilenler ne yapmaktadır? Başarmışlar mıdır arzularından kurtulabilmeyi yoksa arzularından kurtulma arzusu mu taşımaktadırlar? Eksiğin aslında kendimizde, insan olma da olduğunu anlar ve bu durum karşısındaki çaresizliğimizin farkına varırsak doğumumuzdan içimize miras kalan boşluğun kusursuz olma arzusu ile dolmayacağını anlarız. Arzulamaktan kurtulamayacağımıza göre bu enerjiyi dönüştürmeliyiz. Dönüşümün kaynağı içimizde ise bizim çabamızda bu yolculuğu içimize yapıp insan olmanın yükünü sırtlanıp keyifli bir yolculuk sürmek olabilir.
Elvan ŞAFAK[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]

Genel
Arzunun İkiz Değerliliği
Bastırılmışın geri dönüşü, bastırılan her şey geri döner. “Bastırılanın Geri Dönüşü” çok heybetli değil mi? Bende; başka diyarlardan, çok uzak, bilinmeyen yerden gelen hatta karanlık bir şey çağrışımı yapıyor. Meslek hastalığı olsa gerek bu bilinmezliklere bir merak bir muhabbet duymam. Burada bireysel olandan dem vuracağım ama işin toplumsal tarafını da merak edenler Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” isimli denemesini okuyabilirler. Kültürel dönüşüm üzerine düşünmek için lezzetli bir okuma olacaktır. Bireysel olana geri dönecek olursam, arzular vardı -başka bir yazıda değindiğim- bunlar dile gelmediğinde, su yolunu bulamadığında neler oluyor? Soruyu sorup cevabını verip bitirmeyi severim. Cevap: Nur topu gibi semptomcuklar!
Fransızca kökenli bir kelime olan semptom, Türkçe de belirti olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamıyla bize bir ipucu, işaret çağrışımı yapabilir. Bu semptomlar yani belirtiler üzerinden sorunun ne olduğuna ulaşabileceğimizi düşünürüz. Yüksek ateş, öksürme, aksırma gibi belirtilerle hangi hastalığa yakalandığımızı teşhis etmeye çalışırız. Peki psikolojik semptomlar söz konusu olduğunda nasıl bir tablo çıkar karşımıza?
Aslına bakarsanız, semptom özel ya da gizli olan içeriğin aşikar olmasıdır. Savunmalarımızla ötelemeye çalıştığımız içeriğe dair bir şeyler su üstüne çıkmıştır. Freud “tekinsiz bulduğumuz her şey bizi istisnasız her zaman bastırılmış tanıdık bir şeye götürür.” der. Nedir bu tanıdık olan şey? Yasak olan, kaygı veren, korkulan bir şey mi yoksa istenilen, arzu duyulan bir şey mi? Arzu ile yasak arasında kaçınılmaz bir yakınlık vardır. Ve arzumuzun şiddeti ne derecede ise yasağın şiddeti de o derecede ağır olacaktır. İnsan, semptomların şiddeti, yükü -ne derseniz deyin- taşınamayacak olduğunda ya da semptomu ile kurduğu ilişkide bir farklılaşma olduğunda terapiye başvurur. Taşınamama durumunu hepimiz anlıyoruzdur. Artık günlük rutinimizi veya yaşam kalitemizi olumsuz etkilemeye başlayan bir semptomun rahatsız ediciliği… Semptomla kurulan ilişki derken neyi kastediyoruz? Başta da söylediğimiz gibi semptom; mutlaka gizli olanın açığa çıkması, saklı olana dair bir ipucu demektir. Ve bastırılan temel meseleden ayrı olarak ufak tefek hazlarla bizi oyalar ve bizde karşılığında bir bedel öderiz. Dolaylı yoldan sağladığımız küçük hazzın bazen deri döküntüsü bazen göz kırpmak bazen bayılma gibi durumlarla cezasını çekeriz. Bu işlevi bazen iş görmez ya da bizi tatmin etmek yerine daha da huzursuz etmeye başlar, işte ilişkinin farklılaşması dediğimizde budur. Peki niye bu semptomları yaratıyoruz? İşimiz mi yok? Kendimize acı çektirmeyi seviyor muyuz?
Daha küçücük bir çocukken canımız yandığında ya da acı çektiğimiz her durumda hemen anne babamıza ya da bizi yatıştırabileceğine inandığımız bir yetişkine koşardık. Aslında bizi yatıştıracak olan şeyin onlar da olduğuna dair inancımız bunu yapmamızı sağlardı. Çünkü inanmak isteriz. İnsan inanmaya bağımlıdır. Arzunun ya da korkunun nesnesi yoktur derken de bunu kastediyoruz. Biz arzumuzun tatmininin ya da korkumuzun kaynağının o nesne olduğuna inanırız sadece. Psikanalitik açıdan yasak olan bir şeyi istemenin gizli yolu olan semptom, bir şeyi tamamen görünür kılmak yerine onu bilinir kılma isteğimizin göstergesidir. Açık edilemeyen bu istekler çoğu zaman beden tarafından her birimizde farklı şekilde dile gelir. Psikosomatik rahatsızlıklar kendimize bile söyleyemediklerimizin somatik yatkınlıklarımıza göre bedenimizde belirmesi ve aşikar hale gelmesidir.
Semptomdan Arzuya
İnsanlar semptomlarla terapistlere başvurular. Korktukları, tiksindikleri şeyleri yok etmemizi isterler. Semptomlar bilgi kaynağıdır. Terapist semptom uzmanı değildir. Semptom terapide, yeniden faklı şekilde tanımlanır, danışanın diline tercüme edilir. Terapide söylenenlere karşı bir anımsama hissederiz, bize tanıdık gelir. Çünkü söylenen yeni bir keşif değildir, bizden olandır. Arka odaya gönderdiğimiz o misafir bizden başkası değildir ve terapide onu tekrar salona davet ederiz. Tıpkı içgörü kazanarak kendimizle tanışmamız gibi semptomlar da bu tanışma ilişkisini başlatan insanın kendini tanımlamasına yardımcı olan şeylerdir. Bu sayede kendimizi tanışıklığı artırıcı cümleler kurabiliriz. Neler yaparız, nelerden hoşlanırız, nelerden hoşlanmayız, korkularımız, beklentilerimiz vs.
Arzu varsa yasak da vardır dedik. Bu arzunun bir yanının dile gelebilir bir yanının ise her zaman yasak olduğu anlamına gelir. Bu da bize her arzunun ikiz değerli olduğunu söyler. Bize en itici gelen şey bazen en cazip geleni gizlemek için yaratılmıştır. Yani en uzak olanın en yakın olması, en çok keyif verenin en çok acı veren olması gibi. Semptomlar da her zaman tek bir şeye hizmet etmez. Birçok amacı içinde barındırır. Yani bir yandan annemize bağımlılığımızı sürdürmemize hizmet ederken bir yandan da ondan ayrışma isteğimize ve bu durumların bizde yarattığı korkuya, endişeye aynı anda hizmet edebilir. Bu tarafıyla semptomlarımızın kendi kendimizi tedavi etmeye hizmet ettiğini de söyleyebiliriz.
Hatırlayamamanın ve şu an araştırmaya üşenmenin sıkıntısını yaşasam da, değinmeden edemeyeceğim. Galiba, Adam Phillips –Dehşetler ve Uzmanlar’da rastlamıştım. Freud’a göre insan olmak, kendi kendine yabancı olmaktır. Ve sürekli kendinle farklı biriyle tanışır gibi tanışmaktır. İnsan kendi ruhsallığını onaylayabilmek için kendisini bir yabancıya dönüştürür. Bu bir zorunluluktur. Freud, bu kendine yabancılaşma durumunun bizi inkar ettiklerimizle tehlikeli bir yakınlık kurmaktan koruduğunu söyler. Semptomlarımız ruhsal anlamda bizi zahmete sokuyor gibi görünse de anlaşılan o ki ruhsal bütünlüğümüzü koruma işlevi de taşırlar. Psikanaliz, konuşarak yaptığı bu anlamlandırma (içgörü-tanışma) sayesinde ruhsallığımızı korumak adına yaratılan semptomların içerdiği özel bilgiyi katlanılabilir hale getirir. Semptomların izini sürerek arzularımıza ulaşabiliriz. Her zaman çok görünür ya da ilişkili görünmeyen neden ve sonuçlarla karşılaşabiliriz.