
Genel
“Kimselere söyleyemediğim şeyleri yıldızlara söylüyorum.” Behçet Necatigil, Sevgilerde

Bazı düşünceler bilince çıkmak için sabırsızdır. Ön bilincin eşiğinde beklerler. Bir anlık bir çağrışımla yüzeye çıkabilir, bir şarkının sözlerinde kendini ele verebilir, bir koku ile geçmişi bugüne taşıyabilirler. Ama her düşünce böyle değildir. Bilinçdışındaki düşünceler yok olmazlar; rüyalarda, dil sürçmelerinde, tekrarlayan davranışlarda, semptom olarak ortaya çıkan acı, ağrı, sızı, gerilim ve yakınmalarda kendilerini hissettirirler.
“Ön bilinç, bilinç ile bilinçdışı arasında bir geçiş bölgesidir.” — Freud (1915)
Freud, ön bilinç ile bilinçdışı arasındaki farkı, bilince çıkabilme potansiyeli ile açıklar. Ön bilinçteki düşünceler, bilincin kabul edebileceği bir forma bürünebilirler. Oysa bilinçdışındaki düşünceler, doğrudan bilince ulaşamaz; ya farklılaşarak gelirler ya da semptom olarak dile gelirler. Bunlar için Bilinçdışı (1912) makalesinde “etkin ve gizli” tanımlamasını kullanır. Bazen bir kelimenin sadece ucuna kadar gelebiliriz. Bu noktada bir sınırdan başka bir sınıra geçişi hissedeceğimiz bir aralık açılır. Mesela bazen bir anıyı yalnızca onu hatırlamak istemek ile hatırlayabiliriz. Ön bilinç bir geçit olarak oradadır; ama bazen geçiş kapısı kilitlidir. Peki, anahtarlar için nereye bakmak gerekir? Buradaki anahtar kelimesini düşününce bir birleşme sahnesi canlanıyor. Psikanalitik kuram tam da bu ikili birliği mercek altına alıyor. Odadaki iki kişi. Bir bilinçdışının anlaşılması için iki kişi.
“Birlikte hissedilen bir şey, yalnız hissedilen bir şeyden farklıdır. Bir duygu başkasında yankı bulduğunda, onun içinde kaybolma korkusu azalır.” M. Eigen, The Emotional Experience of the Therapist (2004)
Bilinçdışı içeriklerin tedavi edilebilmesi için tamamen bilince çıkması gerekmiyor. Çünkü bazen bilince çıkarmak, bastırmanın işlevini bozarak travmatize edici de olabilir. Bazen asıl iyileşme, bilinçdışı süreçlerin analiz edilmesi ve yaşantılanmasıyla olur—yani kişinin o duyguları deneyimlemesi, anlamlandırması ve yeni bir şekilde işlemesiyle. Elbette sonraki kuramcıların belki günümüzde de çok daha sık vurgulandığı üzere öznelliklerarası bir sürece ihtiyaç duyarak. Mesela Freud, nevrozun iyileşmesini “anımsama, tekrar ve yeniden işleme” süreciyle anlatır. Ama bazı durumlarda entelektüel, yalın bir içgörüden çok, terapötik ilişkinin kendisi daha derin bir içgörüye zemin olarak iyileştirici olur.
Burada Winnicott’un “tutma (holding) kavramı, Bion’un “düşlemleme” (reverie) kavramı ya da Eigen’ın vurguladığı “duygusal emilim” gibi süreçler devreye girer. Bion’un düşlemleme (reverie) kavramı, annenin bebeğin ham duygularını içine alıp onları anlamlandırması gibidir; terapist de hastanın bilinçdışından gelen yoğun duygularını sezgisel olarak, eş zamanlılık ile hisseder, işler (bir yer verir) ve dönüştürerek ona geri yansıtır. Eigen’ın duygusal emilim (emotional absorption) dediği şey, bu sürecin derinliğini vurgular—bazı duygular sadece anlaşılmaz, anlamdan da öte deneyim sayesinde içsel olarak hissedilip özümsenir. Winnicott’un tutma (holding) kavramı ise tüm bunları mümkün kılan güvenli çerçeveyi anlatır; terapötik ilişki, tıpkı annenin bebeğini fiziksel olarak tutması gibi, duygusal olarak bir başkasının zihninde taşınmayı ve tutulmayı içerir. Böylece bilinçdışı içerikler yalnızca bilince çıkmak için değil, bir ilişkide deneyimlenerek dönüşmek için yer bulur.
Psikanalitik çalışma yalnızca unutulanı hatırlamak değil, bilinçdışının etkisini anlamak, onu tanımak,onun nasıl çalıştığını fark etmek ve bazı şeyleri bilince çıkarmadan da dönüştürebilmektir. Bazen bilinçdışındaki içeriklerin doğrudan bilince ulaşmasına gerek kalmadan, farklı bir düzeyde işlenmesi ve duygusal olarak dönüştürülmesi yeterli olur. Ve belki bu sessiz, gizli ve etkin güç barındırdığı yıkıcılığı dönüştürerek kendini yaşamın hizmetine sunmanın bir yolunu bulur.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Tatlı Acı Bir Serâba Düşmek: Karga ile Tilki
Tatlı sözlerle Karga’nın ağzından peyniri kapan Tilki’nin hikayesini anımsadınız mı? Geçenlerde aklıma düştü bir resmini yaptım, o zamandan beri geziniyor benimle. Fabl La Fontaine’den Orhan Veli’nin çevirisinde şöyle geçiyor:
Karga İle Tilki
“Bir dala konmuştu karga cenapları;
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı;
Ona nağme yapmaya başladı:
” Ooooo! Karga cenapları,mehabâ!
Ne kadar güzelsiniz;ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa,Tüyleriniz gibiyse sesiniz
Sultânı sayılırsınınz bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti Bay Karga’nın;
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzından düşürdü nevâlesini.
Tilki kapıp ona dedi ki:”Efendiciğim,
Size küçük bir ders vereceğim;
Alıklar olmasa iş kalmaz açıkgözlere;
Böyle bir ders de değer sanırım bir peynire.”
Karga şaşkın,mahcup,biraz da geç ammâ
Yemîn etti gayri faka basmayacağına. “
Karga’ya ağzındaki peyniri, aç karnını, hilekâr Tilki’yi unutturan şey, övüldüğünde hem de en zayıf noktası olan tüm ormanda kötü olarak etiketlenmiş sesiyle övüldüğünde, yaşadığı anlık tatlı bir serap.
Karga Tilki’nin övgüleriyle aslında kendisinin bi yanının gizlice inandığı bir serabı aktive eder; tüm ormanın yanıldığı ve aslında bülbül gibi şakıdığı inancı. “Aslında sesim de güzelmiş, hatta, ve hatta ormanların şahı gibiymiş!” Der, ona tutunur. Böyle çok tatlı gözüken bir seraba dalmanın bedelini peyniri düşürerek öder.
İnsan olarak kusurlarımız, çirkinliklerimiz, hatalarımız olur. Bu yanlarımızı görmemeye veya hep iyi yanından görmeye çalışarak o serabı sabit tutmaya çalışırız. Kendimizde “kötü”yü taşıyabilmek, barındırabilmek bir ruhsal kapasite. Kusurlarımızın, hatalarımızın, istemeden birbirimizi incitme potansiyelimizin olduğunu ve bunun dengeli bir ruhsallık için hayâti olduğunu kavrayamadığımızda hep iyide olmaya çalışmak çok yıkıcı bir hâl alır. Düşünelim, öyleyse değil mi sanki tek bir durağan konum içine sıkıştırmak zorundayız kendimizi.
Modern psikoloji de bunu pohpohlar. Hep iyi hissetmek, iyide kalmak, kendimizde kötü hiçbir şeyi barındırmamak, kötünün hep dışarıda olması…. Atladığımız kısım bu durumun bizi daha da açmaza sokması oluyor. Karga’nın kendini içinde bulduğu gibi bir seraba giriyoruz. Olmadığımız biri gibi olmanın, görünmenin veya olmak zorunda olduğumuz biri gibi olmanın serâbı.
Kendimizdeki kötü olanı görebildiğimizde kendimize bir çeşit tanışıklık sağlamış ve daha insan gibi hissedebilmenin kapısını da aralamış oluruz. Aksi takdirde bize o serabı sağlayacak kaynakları ararken aç, susuz ve dostsuz kalma riski var. Çok sık duyuyoruz bir yandan, hemen silip atmaya çok hazır bir dünyanın içindeyiz. İlişkileri, kıyafetleri, becerileri…
Ha eğer hep iyide kalma yoluna illaki gönül vermişseniz aman dikkat, bir adım sonrası Tilki’nin ağzına açılıyor gibi görünüyor.
Aslı Gökçe Türkmen

Genel
Yola bir çocuk olarak çıktık
Kendimizle ilişkimizi en çok etkileyen unsurlardan biri de geçmişimizi, kararlarımızı, seçimlerimizi, tepkilerimizi nasıl değerlendirdiğimiz oluyor. Şöyle bir düşünelim, ilk gençlik yıllarında meşhurdur bir sene önceki yılı felaket görmek. ‘Bunu niye yapmışım, ne kötü giyiniyormuşum, bu kararı vermeseydim hayatım çok daha iyi olurdu, neden böyle bir tepki verdim ne aptalmışım, şimdi olsa asla böyle yapmam…’ Geçmişe dair bu değerlendirmelerimiz çoğunlukla bu anın gözlüklerinden yaptığımız ve olması gerekenlerin altında ezilen üstten ve ezici yorumlamalarımızdır.
Peki bir uzun sıçramayla da geçmişe dair yorumlamalarımızdan en çok nemalan çocukluğumuzu düşünelim. Geçen hafta katıldığım bir derste hoca “çocuk olmanın ne demek olduğunu çoğu insan bilmiyor, bilmiyoruz” dedi. Ve sınıfta uzun bir sessizlik oldu. Sahi bir çocuk neyi bilebilir, neyi düşünebilir, neyi hissedebilir, neyi koruyabilir, neyi taşıyabilir¿ Örneğin bir çocuk olumsuz ve zorlu bir duyguyu aslında taşıyabilir. Taşıyamayacağı şey bu duyguyu yaşarken anlamsız kalması, neyi yaşadığını bilmemesidir. Bir ölüm haberini mesela bir çocuktan gizlerken ‘acaba bunu kaldırabilecek mi? ’ diye endişelendiğimizden yaparız. Oysaki bir çocuğu yaşanan bir gerçeği bilmekten, yaşanan duyguyu paylaşmaktan mahrum bıraktığımızda onu kocaman bilinmez, anlamsız bir sis bulutunun içinde bırakıyoruz ve durum onun taşıyamayacağı bir hal alıyor. Neyi yapabilir bir çocuk? Bir yetişkinin duygularını yatıştırmak, kardeşlerine bakım vermek, bakım vereninin ne hissettiğini anlamaya çalışmak, evin geçimini sağlamak, sağlık sorunlarıyla kendi başına ilgilenmek gibi şeyleri yapamaz mesela. Yaşı ne olursa olsun hele bir yetişkini hayatta tutma, onu keyiflendirme gibi bir başkasının ruhsallığını sırtlanmanın yükünü de taşıyamaz. Ne zaman ne tepki geleceği belli olmayan, her an adil olmayan bir öfke patlamasına karşı kendini korumak zorunda kalma durumunu, hiç hata yapmama baskısını taşıyamaz. Düşününce birçok yetişkin geçmişinde bir çocuğun yapamayacağı, zaten yüklenmemesi gereken yüklerin ağırlığının yorgunluğunu taşırken buluyor kendini. Yetersizlik ve eksiklik hisleri karında ağrı, kafada ateş haline geliyor. Oysa değil mi, tekrar kendimizi bir çocuk özne olarak düşünelim, neyi taşıyabilir bir çocuk?Uzak bir merceğe alalım kendimizi, bir çocuğun fiziksel ve zihinsel kapasitesinin hakkını verdiğimizde kendi geçmişimizi de bir çocuğun gözlerinden ve duygularından değerlendirmeye başlayabilirsek elimizi daha sıkı tutabilir, sırtımızı daha sık sıvazlayabiliriz. Neye hakkımız olduğunu bilmeden sahip olamadıklarımızın yasını tutmak, kendimize ve hayatımıza daha adilce yaklaşmak zorlaşır. Çoğu zaman yaşayacağımız zorlu duygulardan uzaklaşmak adına bir çocuğun gözlerinden kendimize bakmanın üzerini kapatırız. Gerçekten kolay değil. Yetişkin yaşamımız için de geçerli bu. Her dönemimizin, yaşımızın, şartlarımızın belirleyiciliği olur yaşamımızda. O zaman o şartlarda yapabileceklerimiz, bilebileceklerimiz, hissettiklerimiz demek ki onlardı. Yaptıklarımız, seçimlerimiz, karşımıza çıkanlar bizim için olumsuz bir sonuçta da olsalar, bizi çok zorlayan bir halde de bıraksalar o zamanın şartlarında, gerçekliğinde öyle var olduk, öyle kararlar verdik.
Bir çocuk olarak dünyaya geldik, bir çocuk olmanın geçmişini tüm kalıntılarıyla kendimizde taşıyoruz. Dünyaya oradan başladık, herkes gibi. Peki bu neden kötü bir şey olsun? Değil mi, bir şeylere hep yeniden başlıyoruz, bilmeden adım atıyoruz, acemiyiz. Bir yanımızla hep bilmiyoruz. Ve tekrar bir soruyla tamamlayalım, peki bu niçin kendimize ait sıfırdan bir hikâyeye başlamanın heyecanını da taşımasın?
Aslı Gökçe Türkmen